www.yuvarlakcay.org 'dan...
"son dakika haberi!!!
YÜRÜTMEYİ DURDURMA KARARI VERİLDİ
Muğla 1. İdare Mahkemesi mahallinde keşif ve bilirkişi incelemesi yapılıncaya kadar Yuvarlakçay HES hk.da ÇED Yön. uygun olduğuna dair Muğla Valiliğinin 262 sayılı işleminin yürütmesini durdurma kararı verdi.
Yuvarlakçay Topgözüne gidiyoruz şimdi bu kararı kutlamaya,… bu akşam Topgözündeyiz, herkesi bu kutlamaya bekleriz.."
keşke orada olabilseydim, herkese selamlar!
7 Nisan 2010 Çarşamba
26 Mart 2010 Cuma
Başlarken:
Aralık 2009'un ortalarında, Yuvarlakçay'da yapılması tasarlanan hidro elektrik santral(HES) projesine karşı başlayan hareket dikkatimi çekmişti. Konuyu mümkün olduğunca basından ve Yuvarlakçay Koruma Platformu'nun http://www.yuvarlakcay.org/ web adresinden takip etmeye çalıştım. En sonunda, geçtiğimiz hafta 100. gününü dolduran direnişi yerinde gözlemleyip fotoğraflayabilmek için, platformdan Murat Demirci ve Berna Babaoğlu'yla iletişime geçtim. Sağolsunlar, beni Ortaca'da karşılayıp, direnişin sürdüğü Topgözü Mevkii'ne ulaştırdılar.
(Burada fotoğraflarla ilgili bir de teknik açıklama yapmak istiyorum başlamadan; kamp alanı bir vadide, güneş sabah 10-11 gibi tepeyi aşıp 16:00 civarında diğer tepenin arkasında kalıyor ve bu zaman dilimi aslında fotoğraf çekmek için hiç olmayacak bir zaman. Mümkün olduğunca güneş patlamalarından ve kötü ışıktan kaçınmaya çalıştım. sonuç budur, bilginize..)
Yuvarlakçay:
Yuvarlakçay, Muğla'nın Köyceğiz ilçesi'nde yer alıyor. Topgözü Mevkii'nde birçok gözden kaynayan su toplamda 14.000 nüfuslu 6 köyü beslemekte. Bu köylere ait yaklaşık 30.000 dönümlük tarım arazisinde, başta narenciye olmak üzere birçok tarım ürünü yetiştirilmekte. Bunun yanısıra büyükbaş, küçükbaş ve kümes hayvanlarıyla birlikte yaklaşık 100bin baş hayvan yine Yuvarlakçay'ın sularıyla beslenmektedir. Burada yetiştirilen ürünler Muğla geneli başta olmak olmak üzere iç pazarda satışa çıkarılmaktadır.
Çayın beslediği doğal alanda ise zengin bitki örtüsünün yanısıra, koruma altında bulunan su samurundan tilkiye, çakala; vaşaktan alabalığa ve yılanbalığına birçok tür yaşamaktadır.
Yukarıdaki fotoğraflar, suyun kaynağının bulunduğu Topgözü'nden. Osmanlı zamanında ırmağın suyu bilinmeyen sebeplerle kurumuş. Bunun üzerine yerel halk bölgeden sorumlu olan Ali Paşa'ya haber vermiş, Ali Paşa da durumu zamanın hükümetine bildirmiş. Bunun üzerine bölgedeki kaya yapısı incelenmiş ve alan dinemitlenerek sular geri getirilmeye çalışılmış. Başarılı da olunmuş; sular ilk başta gözlerden çamur gibi aksa da zamanla eski haline kavuşmuş. O dönemde genel olarak patlayıcılara "top" dendiğinden bölgeye Topgözü adı verilmiş.
Yuvarlakçay ve HES:
Yuvarlakçay'da hidro elektrik santral yapılacağına dair söylentiler çıktığında başta kimse pek ciddiye almamış. Ta ki 12 Aralık 2009'da anıt ağaçların kesileceğinin haber alınmasına kadar. Bölge halkı da konuyu, tarlalarının, bahçelerinin kamulaştırıldığına dair yazılar ellerine geçtiğinde öğrenmiş. "Yerlerinizi kamulaştırdık, paralarınızı şu hesaba yatırdık, gidin alın" demişler. Durum resmileşince Dalyan'da yaşayan ve daha sonra Yuvarlakçay Koruma Platformu'nu oluşturacak yaklaşık 100 kişilik grup bölgeye gelmiş. Kooperatifle görüşüp ağaçların kesilmemesi için ikna etmeye çalışıp, bu konuda bir söz de almışlar. Ancak bu söz tutulmamış; ertesi gece iş makinalarıyla gizlice alana gelinmiş ve anıt ağaçların da içinde bulunduğu bine yakın ağaç kesilmiş.
Asırlık ağaçlarının, dedelerinden kalan, zaman zaman bereket dualarının da yapıldığı bir nevi kutsal alan olarak da kabul edilen bölgenin talan edildiğini gören köylüler büyük bir üzüntü ve beraberinde gelen öfkeyle birlikte burada nöbet tutmaya başlamış. Amaçları kesilen ağaçları vermemek, inşaatı engellemek ve yapılan hukuksuzluğu belgelemek. Yaşları 300'ü bulan 30 anıt ağaçtan 10 tanesi kesilmiş. Bunun dışında yapılan kesimler de kağıt üzerinde projede görünen ağaç sayısından fazla. Akfen yetkilileri jandarmayla birlikte ağaçları almak ve projeye başlamak için bölgeye gelmişler ancak büyük bir direnişle karşılaşmışlar. Bir çok köylü iş makinalarının önüüne yatarak, alana girişi engellemiş. Halkla karşı karşıya gelmek istemeyen ve sanırım köylüler tarafından açılan davaları gözeten jandarma herhangi bir müdahalede bulunmamış. O gün bugündür, alanda yerleşik hayata geçilmiş durumda.
Orman Müdürlüğü, Özel Koruma ve Çevre Bakanlığı hakkında açılan birçok dava var. Platformun avukatlığını gönüllü olarak Berna Babaoğlu yapıyor. İşin hukuksal boyutları, genel olarak hükümetin HES politikaları, enerji konusunda sayısal veriler ve HESlerin enerji için ne kadar çare olduğu gibi tartışmalar için size 15mart-1nisan 2010 tarihli Express dergisindeki Yücel Sönmez'in yazısını öneririm.
Ben bu blogda 2gün geçirdiğim alanda, yerel halkla yaptığım söyleşilere, onların fotoğraflarına ve kendi gözlemlerime yer vereceğim.
Yuvarlakçay HES Nöbeti:
Kesilen ağaçların bir kısmı, kesildikleri gece apar topar götürülmüş. Ancak buna rağmen etrafta yüzlerce "ceset" var. Bu koca kütükleri gördüğünde gerçekten çok kötü oluyor insan. Köylülerin üzüntüsünü, bazılarının manzara karşısında göz yaşlarını tutamayışını, hatta sinir krizi geçirenleri anlamak hiç de zor değil. Bu cellatlığın nasıl alelacele, nasıl hırsla yapıldığını da anlıyor insan şöyle bir etrafa bakınca.
Yuvarlakçay satıldı dendiğinde diyorlar ki kimi yetkili ağızlar "öyle saçma şey mi olur, ırmak satılır mı, böyle bişey kesinlikle yok, 48 yıllığına kiraya verildi!" Şaka değil bu sözler, gerçek. Satılması çok saçma ama neredeyse bir insan ömrü olan bir süre kiraya verilmesi gayet normal. Kimin malı kime kiraya veriliyor acaba?
Aralık'tan beri süren nöbette kış ayları zor geçmiş. "O günler geçti ya, daha da gitmeyiz burdan". Erkekler kadar kadınlar ve çocuklar da orada. Hatta gündüzleri kadınlar çoğunlukta diyebilirim. Vardiyalı olarak nöbet tutuyorlar. Köyde işleri olanlar, işlerini hallediyor, ertesi gün nöbet değişiliyor. Okul çağında çocukları olanlar için daha zor. Kimisi bir yakınına emanet etmiş çocuklarını. Küçük çocuklar ise gün boyu etraftalar.
"Şirketin aamları geldiğinde kamyonlarla falan, şurda yattık önlerine, ölecem sandım, durmaz dedim bunlar, öldüm dedim sahiden, ezmeden durmazlar kalkacam sanırlar, çocukları düşündüm bir, başka da bişey düşünmedim. Durdular ama. Gene gelsinler gene öyle, ateş etsinler, gitmem, yeminle gitmem"
Yuvarlakçay'dan küçük bir arıktan ve borularla köylere kullanım, içme ve sulama suyu gidiyor. Bir şişeleme tesisi ve alabalık çiftliği var yakınlarda. Alabalık çiftliğinden geçen su çok kirleniyormuş. Aşırı yemleme ve birçok balığın artıkları suyun kokmasına neden oluyormuş çoğu zaman. böyle zamanlarda hayvanlar suyu içmez olduğundan musluk suyu veriliyormuş hayvanlara.
"Santrali yaptıklarında bu suyun dörtte birini vereceklermiş bize. Suyun bu hali bile yetmiyor ki bize, herkesin ağaçları, bağı, sebzeleri var. Altı tane köy. Portakalları sulamak için zor paylaşıyoruz suyu, herkesi dolaşması 40 gün sürüyo zaten portakalların sulaması, bir sürüsü yanıyo, e öyle olursa nolcak, yüz elli yüz altmış günde mi sulayacaz bahçeyi. Ağaçları sökecez kurutacaz, ekin ekmeyecez o zaman, napçaz o zaman? İmkansız yani, ölürüz de gitmeyiz diyoruz ya ondan yani, suyu verirsek geçekten ölürüz, sürünürüz"
"Havalar iyileşti mi gelmeye başlarız buraya. Yazın çok turist de gelir, hem yabancılar hem bizimkiler. Geliriz buraya, hanımlar ot yolar, balık tutarız bazen, çalarım burda çok ben, çaldım mı burda ohh unuturum herşeyi, yaparlarsa tam buraya yapacaklar işte şuraya yapacaklarmış, imansızlar, ha sonra biz burda dua da yaparız öyle, adak adarız, iyi ürün, sağlık için"
Kavalın sesine kadınlar toplandı eşlik ettiler sonra. Herşeyi bir kenara bırakalım, bu insanların sırf bu keyfi bile sadece, hiçbir ekonomik çıkarla bozulamayacak kadar güzel. Havalandırmasından ışıklandırmasına,hergün yenileri inşa edilen elektirik canavarı alışveriş merkezlerimizin, ışıklı caddelerimizin, bilmem kaç ekran televizyonlarımızın, ses sistemlerimizin çalışması için mi bozacağız bunu?
"Şirketin adamı geldi buraya dedi ki, dağ be burası dağ, napıyosunuz siz burda, ne istiyosunuz burdan... Dağ tabi dedim, ne sanıyosun sen dağı, dağ... Dağ bana neler veriyo, gelirim buraya ot toplarım, çekemik olur, çıntar, karagöbek...Herşeyimizi burdan yeriz biz, bu sudan, mantarlar olur sonra, meneviş olur, balığı olur. Dağ...Dağ tabii, ne sanıyosa o dağı, ben öyle deyince dedi sizi dolduruyolar dedi, bizi burda tehdit ediyonuz dedi, gelin kasabaya salona, salonda konuşalım. Gelmem dedim salona malona, benim salonum burası, mutfağım burası. Dağ bana neler veriyo, sen bana ne verecen, elektrikmiş, elektirik mi yiycez biz?elektirik olmadan da yaşarım ben. Susuz olur mu ama?"
O otlarla yapılan salataların, yoğurtlu yemeklerin, balığın ve hatta çayın lezzetini anlatmayı denemiyorum bile. O kadar güzellerdi ki kendimi kötü hissettim, tatile mi geldim lan ben buraya diye.
Ahmet ve Nurdan Belkırat. Akşamın geç saatlerine kadar oradalar. Beyobası'ndan geliyorlar. Ahmet Amca bol bol anlattı. Kendine has manileri de var. Ara ara bunları sıralayıp, "bunu da yaz, bunu da yaz" dedi durdu bana:
"Yılmadık yıldıramazlar,
bizi burdan kaldıramazlar,
halkımızla olmuşuz tek yumruk,
suyumuzu elimizden alamazlar"
"Hülya Avşar kadar olamadık, şu koca dedeler ağaçlar Hülya Avşar kadar olamadı. Hülya Avşar kayak merkezinde ayağını kırmış, geçmiş olsun. Bütün televizyonlarda kaç gün o çıktı. Biz de burda televizyon başında bekliyoruz, bizim burdan haber verecekler diye. Yok.. Hülya Avşar ayağını kırmış; burda üç yüz senelik ağaçları kırdılar, kestiler, kahrolduk, bu kadar insan burdayız, ama yokuz televizyonda, Hülya Avşar var."
Hemen üstte gördüğünüz fotoğraftaki açıklık birkaç ay öncesine kadar böyle değilmiş. Solda gördüğünüz büyük çınar gibi 10 çınar ve başka çam ağaçları varmış. Aynı şekilde, fotoğrafın çekildiği yamaç da..
Bu çınar şanslılardan. Herhalde zamanları yetmedi. Ancak çevresindeki ve hemen alt koddaki ağaçların kesilmesi, suyun da etkisiyle şiddetli bir erozyon başlatmış; ben oradayken bu ağacı kurtarmak için traktörle toprak ve kaya geitirilip altına bir set yapıldı.
Bu arada atlamışım. Birçok yeni çınar fidanı dikilmiş araziye köylüler tarafından, yukarıda Ahmet Bey'in fotğrafında, hem bu fidanlardan birini, hem de sözünü ettiğim ağacı kurtarma işlermlerini görebilirsiniz.
"Bu mezar sembolik tabi. Ama içinde yaşlı çınarlardan birinin gövdesi var. Gelen görsün diye, zenginlik hırsında olanlar görsün diye, şirket görsün diye, kaç para kazanırsan kazan geleceğin yer burası, anlamı budur, dünyaları da kazansan buraya geleceksin. Biz burada zenginleşmek için uğraşmıyoruz, kimsenin elinden ekmeğini almaya çalışmıyoruz, zaten bizim olanı, bize zar zor yeteni, kendi güzelliğimizi korumak için burdayız, onlar para için. Yani mezarın anlamı budur, nice zenginler bu toprağın içinde"
"Kesilen ağaçların yerine fazlasını dikecez diyolar bi de.. oldu.. üç yüz sene bekleriz biz de onların büyümesini. Bizi geç bu kadar hayvan nereye gidecek, daha şimdiden telef olmuş hayvanlar var..Sanıyorlar ki ağaçları dikince olacak herşey, bu düzeni nasıl kurarsın sen tekrar? Ağaç dikeceklermiş...Eksik olmasınlar, lazım değil bize, biz ekiyoruz, biliyoruz nereye ne dikilir, ne zaman dikilir.."
Kampta günlük işler devam ederken, zaman zaman gelen yeni haberler değerlendiriliyor. Platform üyeleri ve köylüler gelişmeler doğrultusunda ne yapacaklarına karar veriyorlar. Ben ordayken şöyle bir gelişme vardı; Orman Müdürlüğü eyleme katılan köylülerin evleri hakkında tutanak tutmaya ve kaçak yapı raporu hazırlamaya başlamış. Buradaki köyler dağ köyü ve zaten yüzyılardır bu şekilde yaşıyorlar. Yapılan bu işlemler tamamen yıldırma amaçlı. İşin komiği de bu işlemlerin sadece eylemdeki köylülerin evleri için yapılması. Ama yukarıdaki nöbete gelemeyen köylülerin çoğu da zorunluluktan gelemiyor, HES'i onayladıkları için değil. Böyle olunca da "biz 15 kişi değil, 1500 kişiyiz ve hepimiz kendimizi ihbar ediyoruz, işlemler hepimize yapılsın" diye dilekçe veriyorlar.
Yerel olsun, ulusal olsun, televizyonda haklarında çıkacak her haber büyük heyecan yaratıyor. Herkes televizyonun başına toplanınca sadece televiyonun sesi kalıyor, susup merakla izleniyor konuşulanlar. Çoğunlukla tatmin olmamış bir şekilde kalkılıyor televizyon başından. Bir gece Can Dündar'ın Canlı Gaste programında Çevre Bakanı ve Doğa Der başkanının tartışması vardı. Bakanın konuşmalarını hayretle izledik. Suyun boşa aktığından, Avrupalıların bakıp bakıp "siz saf mısınız bu sular niye böyle boşa akıyor" dediğinden, enerji gerekliliğinden, insanların yapılacak tesiste çalışıp para kazanacağından, istihdamdan, kesilen ağaçların yerine fazlasının dikileceğinden bahsetti durdu. Sanki Çevre Bakanı değil Enerji Bakanıydı. "Konuya bu kadar mı hakim olunmaz, bu kadar rahat nasıl konuşulur, suyun boşa akması nedir?" diye düşündüm durdum. Su para getirmiyorsa boşa akıyor. Orada yaşayan insan, bitki, hayvan milyonlarca canlının hayatı; bu düzenin sürekliliği kimsenin umurunda değil galiba. Kaldı ki bu su para da getiriyor. Bu suyla yetiştirilen ürünlerle geçiniyor bu insanlar, bu suyun beslediği ağacın dibinde yetişen bitkilerle beslenip, bu bitkilerle ilaç yapıyorlar kendilerine. Şimdi bu insanlara, "siz o kadar da tarım yapmayın canım, gelin santralde çalışın, inşaatta çalışın, bir de açarız bir süpermarket ordan alırsınız alacağınızı, şahane ithal portakal falan" deniyor resmen. Ayrıca şu kadarcık fotoğraflarda bile görmüşsünüzdür, kimsenin boş durduğu yok; yünlerini yapıyorlar, beslenmelerini sağlıyorlar. Çok para dönmeyen yerde sorun var zihniyeti, bunu düşünenlerin hastalığıdır. İstihdam sorunu falan da yok bölgede. Herkes mevcut halinden memnun. Gençler yazın turizm işlerinde çalışıp gayet iyi para kazanıyorlar. Hayvancılık ve tarımla uğraşan gençlerin yanı sıra, büyük şehirlerde üniversite okuyan gençlerin sayısı da hayli fazla. Yani su boşa akmıyor; boşa giden birşey varsa o da esen rüzgarlardır sayın bakan.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)